NOT: Küresel çevre sorunlarını özetleyen: Sayfanın sonundaki “Doğa Yıkımı Yüzünden Çıkmaza Giren Uygarlığımız İçin Umut Var Mı?” (Doğu Batı dergisi) yazım ve yukarıda açılan menüdeki ÇAĞIMIZIN ÇEVRE SORUNLARI kitabının giriş bölümü.   

GAZETE YAZILARI:

  • Çevre Krizi Bizi Teğet Geçmiyor. 6 Ekim 2013, Radikal İki.
  • Bir İletişim Kazası: Mini Buz Çağı. 18 Ocak 2010, Radikal gazetesi.
  • İklim Tartışmaları Isınırken. 10 Eylül, 2009 Radikal.
  • GDOlar: Denek Olmak veya Teknoloji Üretmek. 14 Temmuz 2009, Referans Gazetesi.
  • Ekonomik Krize Yeşil Reçete. 1 Temmuz, 2009, Referans gazetesi.
  • Ormanlar, Yangın Ekolojisi ve İnsan. 14 Şubat 2009, Radikal.
  • Dünyayı Doyurabilmek Hayal mi oluyor? 6 Haziran 2008, Radikal.
  • Tehlikeli Çözümsüzlük. 14 Kasım 2007, Radikal.
  • Kuraklık Paniği ve Su Kaynakları. 18 Ağustos 2007, Radikal.
  • Küresel Isınmaya Acı Reçete. 1 Aralık 2007, Radikal.
  • Devlet Baba ve Sanayi. 14 Mart 1995, Yeni Yüzyıl.
  • Türkiye’de Çevre Mevzuatı Yeniden Ele Alınmalı, 17 Aralık 1995, Yeni Yüzyıl.

DERGİ YAZILARI:

  • Doğa Yıkımı Yüzünden Çıkmaza Giren Uygarlığımız İçin Umut Var Mı?  Sayı 83, 2018. DOĞU BATI Düşünce Dergisi (Floraya Ağıt: Doğa).
  • Enerjide Çıkmaz Sokak: Kömür. 4 Aralık 2015. Cumhuriyet Bilim ve Teknik.
  • İnsanlık İçin Güvenli Küresel Sınırlar, 13 Şubat 2015. Cumhuriyet Bilim ve Teknik.
  • HESler Temiz Enerji Mi, Doğa Katliamı Mı? Eylül 2013. Boğaziçi Ünversitesi Mezunlar Derneği BÜMED dergisi.
  • 2012de İnsanlık İçin 2 İyi 2 Kötü Haber, Mayıs 4, 2012. Cumhuriyet Bilim ve Teknik.
  • Enerji Bolluğunun Sonu Mu? Nisan 8, 2011. Cumhuriyet Bilim Teknik.
  • Apocalypse & Butterfly Flap, 8 Şubat, 2009. Bewildering Stories/ESSAYS elektronik dergi.
  • Kıyamete Çeyrek Kala? 13 Nisan 2007, Cumhuriyet Bilim ve Teknik Dergisi.
  • Kentlerdeki Doğal Hayat ve Sokak Hayvanları, Mart-Nisan 2008. Kedici.

ÖYKÜ:

  • The Abyssinian. Bewildering Stories elektronik edebiyat dergisi. 20 Temmuz, 2009.
  • Earth Stories, çocuklar için doğa öyküleri. Aralık 2008. lulu.com (özyayın).

AKADEMİK YAYINLAR:

  • Staj Raporu, Cincinnati Gas & Electric Company. Institute of Environmental Sciences, Miami University, Oxford, Ohio, 1988.
  • Hospital System Model Incorporating Spatial Interaction Effects, F. Kennedy, D. Terrell, N. Barlas. ORSA/TIMS Conference, San Francisco, 1984.
  • General Hospital Bed Need Plan (Hastane Yatak İhtiyacı Planı) for 1983-1988 (co-author). NCG-Health Systems Agency, Atlanta, Georgia, 1984.

DİĞER:

  • SeyahatnamEM, 2010. Yazarlardan biri. ODTU mezunu endüstri mühendislerinin seyahat öyküleri. Boyut Yayın Grubu.
  • TecrübEM, 2008. Yazarlardan biri. ODTU mezunu endüstri mühendislerinin meslek öyküleri. Rote Yayın. (2017 Baskısı ODTU Yayınları).
  • Cats of Istanbul fotoğraflı ajanda 2009, Sarman Kitapçı.

___________________________________________________________________________

DOĞA YIKIMI YÜZÜNDEN ÇIKMAZA GİREN UYGARLIĞIMIZ İÇİN UMUT VAR MI?

Nükhet Barlas  (DOĞU BATI Düşünce Dergisi – Floraya Ağıt: Doğa  Sayı: 83 Kasım-Aralık-Ocak 2017-2018  ISSN: 1303-7242)

Diğer canlılardan farklı olarak akıl yürütebilen, planlar yapıp örgütlenebilen, uygarlıklar kurabilen insan, doğadaki canlı-cansız varlıkları da kendi amaçları doğrultusunda kullanıyor. Modern insan, kaynak olarak gördüğü dağ-tepe, orman, çayır, dere, denizlere… hoyratça ve sanki doğa ile savaştaymışçasına saldırıyor; yaşam alanlarını bozarak ve aşırı avlanarak yaban hayvanlarının soyunu tüketiyor; endüstrileşen hayvancılık süreçlerinde tarım hayvanlarını yaşam sevincinden uzak yaşamlara ve acımasız ölümlere mahkûm ediyor. Endüstri devriminden beri şiddetlenen bu yıkımda doğal kaynakların kıtlaşması, ekosistemlerin yıpranması, yeryüzü sistemlerinin dengesinin bozulması artık insanlığın kendi geleceğini de tehdit eder boyutlara ulaşmakta.

Nihayetinde bu savaşın kazananı olamayacağını kavradıkça, doğa sistemleriyle denge içinde yeni bir uygarlık geliştirmeyi başarabilecek miyiz? Yoksa, jeolojik zaman boyunca yeryüzünde hayat bulup zamanla yok olan milyonlarca canlı türünden tek farkımız bunu kendi eliyle becermek mi olacak? Olasılıklar yelpazesinin sınırları bu şekilde çizilebilir. Aşırı tüketme iştahımızı dizginleyip gelecek kuşaklara ve diğer canlılara yaşanabilir bir dünya bırakabilmenin umudu ise bizi diğer canlılardan ayıran yani bizi ‘insan yapan’ başka özelliklerimizde saklı: değerler, ahlâk, vicdan.

Maddi büyümeye odaklı bir ‘kaynak tüketimi, mal üretimi, atık/kirlilik yaratma’ makinesine dönüşmüş olan ve piyasa ekonomisinin güçlü oyuncuları tarafından kontrol edilen küresel sistemin çarkları değişim umudumuzu kırabilir. Diğer uçta, uygarlığın çeşitli bileşenlerince sorunların algılanmaya başlaması ve teknolojik gelişmelerin sınırsız vaatleri bizi pembe hayallere götürebilir. Birkaç on veya yüzyıl sonra bu iki uç arasında nerede olacağımız uygarlığı hangi yönde ve ne hızda dönüştürebileceğimize bağlı. Aşırı kötümserlik kadar hayalci iyimserliğin de bizi eylemsizliğe ve sonuçta en kötü senaryolara sürükleyebileceğini unutmamalı.

UYGARLIĞI TEHDİT EDEN DOĞA SORUNLARI

Uygarlığımız önemli çevre ve doğa sorunlarıyla karşı karşıya. İnsanın aşırı kaynak tüketimi ve yarattığı kirlilik yüzünden doğanın sunduğu kaynaklar tükeniyor, ekosistemlerin sağladığı (hava temizleme, su arıtma, gıda üretme, sel önleme gibi) doğal servislerin kapasitesi aşılıyor, gezegenimizi insan yaşamına uygun halde tutan bazı yeryüzü sistemlerinde dengeler bozuluyor. Bütün bunlar bizi düzeltilmesi ve geri dönüşü çok zor tehditlerle karşı karşıya bırakıyor.

İnsanlık kendi etkinliklerinin yarattığı ilk küresel çevre sorunuyla seksenli yıllarda tanıştı. Soğutucular, spreyler ve endüstriyel üretimde kullandığımız bazı kimyasal maddelerin atmosferin yüksek katmanlarına ulaşıp, (gezegenimizdeki canlıları güneşin zararlı morötesi ışınlarından koruyan) ozon tabakasını zayıflattığı anlaşılınca, Birleşmiş Milletler (BM) koordinasyonunda organize olan devletler bu maddelerin kullanımını kademeli olarak yasakladı. Bu bir küresel başarı olarak görülebilir ama tabakanın tamir olmasının 2060’ları bulması bekleniyor. Çoğu doğa sisteminin böyle uzun gecikmelerle tepki vermesi, sorunları anlamayı da çözümü de zorlaştıran etkenlerden biri.

Bugün en fazla konuşulan sorun iklim değişikliği. Çok fazla faktörden etkilenen iklim yavaş da olsa sürekli değişim halinde. Dünyanın güneş etrafındaki yörüngesi veya dönme eksenindeki periyodik değişiklikler, yerküredeki tektonik hareketler iklimi çok uzun sürelerde ve yavaş değiştiren süreçler. Güneş enerjisindeki on bir yıllık kısa periyodlar veya okyanus hareketleri iklimi on yıllık sürelerde değiştirebiliyor. Göktaşı çapması, büyük yanardağ patlaması gibi olaylar ise iklimi kısa süre içinde etkileyebiliyor. Güneş enerjisini uzaya geri yansıtan beyaz alçak bulutlar veya kar örtüsü, ısınan yeryüzünden geri yansıyan kızılötesi ışınları tutan ince yüksek bulutlar ve sera gazları yeryüzünde tutulan güneş enerjisi bütçesini değiştirerek iklimi etkiliyor. Sera gazlarının atmosferdeki oranı arttıkça daha fazla ısı tutuluyor ve küresel sıcaklıklar yükseliyor. Endüstri devriminden beri küresel ortalama sıcaklıktaki hızlı artış sera gazları olmadan diğer faktörlerle açıklanamıyor. Bu ısınmada sera gazlarının baskın etken olduğu, uydu ölçümlerinde yeryüzünden uzaya geri yansıyan ışınlarda karbondioksitin tuttuğu dalga boylarının azalması veya gece sıcaklıklarının yükselmesi ile de gösterilebiliyor. Ayrıca, dağ buzullarının küçülmesi, bitki ve hayvanların daha yüksek ve soğuk bölgelere yayılması gibi başka göstergeler de var. Bunlarla beraber alerjenlerin ve hastalıklara neden olan virüs, böcek gibi patojenlerin de yayıldığını ve yeni tehditler oluşturduğunu unutmamalı.

Bilim insanları bacalarımızdan, ulaşım araçlarımızdan saldığımız gazların yarattığı sera etkisi ve bunları emip zararsız hale getiren orman ve okyanusların insan etkinliklerinden zarar görüp yıpranması yüzünden küresel iklimin değiştiği konusunda büyük ölçüde hemfikir. Bu süreçte kuraklık, sel, fırtına gibi iklim felaketlerinin sıklık ve şiddetinin artmasından, eriyen buzullar ve ısınan suların genişlemesi yüzünden denizlerin yükselmesinden endişe ediliyor. Şimdiden atmosfer ve denizlerdeki ısınmanın sel ve kuraklıkları şiddetlendirdiği, fırtınaları körüklediği tahmin ediliyor. Kuraklaşan ormanlarda, makiliklerde, turbalarda yangın riskleri büyüyor. Son yıllarda Portekiz, Kaliforniya, Avustralya’da şiddetlenen orman yangınları büyük can ve mal kayıplarına yol açıyor. Hızlı değişen iklime uyum sağlayamayan canlı türleri büyük kayıplar verirken kitlesel ölümler de görülüyor. Sibirya’nın Yamal yarımadasında kar yerine yağmur yağıp likenlerin üzerinde buz tabakaları oluşturduğunda on binlerce ren geyiği besine ulaşamadığı için açlıktan ölüyor. Bu sayı 2013’te altmış bine ulaşmış. Antarktika’da şiddetlenen rüzgârın deniz buzunu yayıp genişletmesiyle yavrulara besin getirmek için denize ulaşmak zorlaştığından 2017’de kırk bin penguen yavrusundan sadece iki tanesi yaşama tutunabilmiş.

İnsanlık için yaşamsal diğer sorunlar tatlı su ve gıda ile ilgili. Dünyanın pek çok yerinde tatlı sular kendilerini yenileme kapasitelerinin çok üzerinde tüketiliyor. Bugün dünya nüfusunun üçte biri su sıkıntısı çekiyor, bir milyardan fazla insan temiz içme suyuna ulaşamıyor. Tarım, enerji, endüstri arasında su rekabeti kızıştıkça uzun yıllarda birikmiş yeraltı suları hızla çekilip, göl ve nehirler kirleniyor, artan nüfuslar için temiz su bulmak güçleşiyor. Nüfus artışı yavaşlamaya başlamış olsa da, gıda talebindeki artışı karşılamak güçleşiyor. Ayrıca, bugün tarladaki kayıptan raf ömrünü aşan gıdaya; fazla doldurup tabakta bıraktığımızdan, tedbir olsun diye biriktirdiğimiz erzaka; dünyada üretilen gıdanın kabaca üçte biri çöpe atılıyor ve bunları üretmek, taşımak, işlemek, depolamak için her aşamada kullanılan su gibi kaynaklar, doğaya verilen zarar da boşa gidiyor. Sonuçta kişi başına düşen gıda üretimi halen artıştaysa da, zenginleştikçe daha fazla et yenmesiyle (etle doymak için daha fazla yem gerektiğinden) çok daha fazla tahıl üretilmesi ve tatlı su kullanılması gerekiyor. Tarıma açılabilecek yeni alanlar da sınırlı. Üstelik tarım alanlarının genişlemesi ormanlara, tür çeşitliliğine büyük zarar veriyor. Çoğu Afrika’da bulunan bakir alanları kapatmak için zengin ülkeler yarışta. Tahıl üretiminde yeni alanlar tarıma açılabilir, belki yeni teknolojiler elverişsiz ortamlarda ürün yetiştirmemizi sağlayabilir ama düzensizleşen yağışların kuraklıklara ve sellere sebep olması, buzulların erimesiyle yükselen denizlerin nehir deltası gibi en verimli tarım alanlarına yürümesi, dağlardaki karlar azaldıkça susuzluğun yaygınlaşması riskleri büyüyor. Temiz su ve gıdaya ulaşamayan, yükselen denizlerden kaçan kalabalıkların göçe zorlanması siyasi krizlere gebe.

Ekonomik büyümenin motoru olan enerjiye talep de çığ gibi büyüyor ancak, enerji üretimi iklime de ekosistemlere de en fazla zarar veren etkinliklerden. Önümüzdeki yüzyılda tükeneceği hesaplanan ham petrol rezervlerinin paylaşım savaşlarına tanık oluyoruz. Petrol ve doğalgaz gitgide daha derinlerden ve düşük kalitedeki rezervlerden çıkarılırken, maliyetlerle birlikte çevre riskleri de büyüyor. Üstelik, bunları elde etmek için harcanan enerjiye karşılık kazanılan net enerji küçülüyor. Güneşin bir yılda sağladığı potansiyel enerji diğer tüm fosil yakıt rezervlerinin ömürleri boyunca sağlayacağı enerjiden çok daha büyük. Üstelik güneş enerjisi, fosil yakıtlar gibi kullandıkça tükenebilir rezervler halinde değil, dünya var oldukça tükenmeyecek bir kaynak. Fakat güneş ve rüzgâr gibi bol bulunan yenilenebilir kaynaklar henüz fosil yakıtların sağladığı yoğunluğa ulaşamıyor. Bu teknolojilerin ve depolama yöntemlerinin hızla geliştirilmesi gerekiyor.

Zenginleşen kalabalık ülkeler, gelişmiş ülkelerin yolunu izleyerek, tüketime dayalı ekonomilerle kalkınırken, doğal kaynaklar ve ekosistemler üzerindeki baskılar da katlanarak büyüyor, yok olan canlı türlerinin listesi uzuyor. Uygarlığın gelişme sürecinde doğayı pervasızca sömüren insanın tür çeşitliliğine verdiği zarar, jeolojik zamanımızda görülmemiş hızda canlı yok oluşlarına neden oluyor. Doğal yaşam ortamlarının tarıma veya yapılaşmaya açılması, tatlı su ve sulak alanların kirletilip kurutulması, okyanusların doğada uzun süre yok olmayan plastiklerle doldurulması, aşırı avlanma, vb. canlıların yaşama ve üreme şansını hızla azaltıyor. Dünya Doğa Koruma Vakfı (WWF) tarafından iki yılda bir yayımlanan Yaşayan Gezegen raporuna göre 1970’lerden beri izlenmekte olan omurgalı türlerin yüzde elli sekiz nüfusu kırk iki yılda yok olmuş. Almanya’da geniş park alanlarında yirmi yedi yıl yürütülen çalışmaya göre bu süre içinde uçan böcek nüfusu yüzde yetmiş altı azalmış. Böceklerin azalması etçil kuşların da azalması demek. Oysa, bugün Ortadoğu’da tarlaları zararlı kemirgen ve böceklerden korumak üzere tarım ilaçları yerine gece avlanan baykuşlar ve gündüz avlanan kerkenezler başarıyla kullanılıyor. Böcek ve kuşlar ayrıca bitki polenlerini taşıyarak tozlanmalarını sağladıkları, kuşlar bitki tohumlarını da mineralleri de geniş alanlarda yaydıkları ve gübreleme yaptıkları için bu canlıların tarımsal üretime de ekosistemlere de katkısı büyük. Bugün yerküreden silinip gitmekte olan çoğu canlı türünün gıda zincirindeki yeri, insan yaşamını destekleyen sistemlerdeki rolü henüz keşfedilmedi bile. Oysa kendi var oluşumuz da diğer canlı türleriyle sıkı sıkıya ilişkili.

Doğa sistemlerinde bulunduğu düşünülen ‘etkiyi büyüten mekanizmalar’ da bilim insanlarını endişelendiriyor. Bunlardan biri artırıcı (pekiştirici) döngü. Bir değişkenin kendi artışı artmasını hızlandırıyorsa buna artırıcı döngü deniyor. Örneğin, donuk topraklarda bol miktarda karbon tutuluyor. Isınma artıp bu topraklar çözülürse bol miktarda sera gazı salınabilir. Atmosferde bu gazların artması da sıcaklığın daha da yükselmesine ve daha fazla sera gazı salınmasına neden olur. Dolayısıyla, bugünkü tahminlerimizin çok ötesinde hızlarda artan bir döngü ortaya çıkabilir. Böyle artırıcı döngüler barındıran karmaşık sistemlerde bir kritik eşik aşıldığında sistem geri dönüşü olmayan yeni bir duruma taşınabiliyor. Doğa sistemlerinde bulunduğu bilinen bu artırıcı döngülerin tümünü ve bunların devrilme eşiklerini tam bilemiyoruz. Bunlar devreye girer ve eşikler aşılırsa geri dönüşü olmayan, bugünden öngöremediğimiz dehşetli sonuçlar ortaya çıkabilir. Örneğin, yeryüzündeki ormanların fosil yakıtlardan saldığımız karbondioksitin dörtte birini özümsediği tahmin ediliyor. Yeni bazı araştırmalarda tropikal ormanlardaki bozulma yüzünden bu ormanların artık atmosferdeki karbondioksiti emmek yerine salmaya başladığı öne sürülüyor. Eğer bozulma kritik bir sınırın ötesine geçerse gittikçe daha fazla karbon salınabilir ve atmosferdeki karbon oranı tahminlerimizin çok ötesinde yükselebilir. Benzer mekanizmalar iklimin yepyeni durumlara sıçramasına neden olabilir.

Okyanus ve denizlerde de durum vahim. Atmosferdeki karbonu emen denizlerin asitleşmesi arttıkça hem canlı türleri zarar görüyor, hem de denizlerin ‘karbon özümseme’ kapasitesi azalıyor. Ayrıca on yıllardır yükselen hava sıcaklığının tahminen yüzde doksanını derin sularda tutarak sera gazlarının etkisini hafiflettiği hesaplanan okyanusların ‘ısı tutma’ kapasitesi düşüyor. Bu da, atmosferdeki ısınmanın etkilerini gittikçe daha çabuk hissetmeye başlamamız demek. Deniz tabanının yüzde ikiden azını kapladıkları halde okyanuslardaki canlı türlerinin dörtte birine gıda ve barınak sağlayan mercanlar da hızla ölüyor. İnsan, aşırı avlanma yanında kıyılara ve deniz diplerine el attıkça canlı yaşamına zarar veriyor. Deniz ve kara taşımacılığı arttıkça yabancı türlerin yeni ortamlara taşınması kolaylaşıyor. Yabancı türler (yeni girdikleri ortamdaki diğer canlılarla birlikte evrimleşmedikleri için) onlara yeni hastalıklar taşıyarak veya kontrolsüz çoğalarak istilacı türler haline gelebiliyor, ekosistemlere büyük zarar verebiliyor.

Yeryüzünü insan yaşamına uygun kılan küresel sistemler de insan etkinlikleri yüzünden bozulmakta. Bir grup bilim insanı, bu sistemlerden en önemli dokuz tanesini belirleyip, bunlardaki bozulmanın ‘insanlık için güvenli sınırlarını’ tahmin etmeye çalıştı. Bunlar: iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, azot ve fosfor dengelerinin bozulması, orman alanlarının azalması, okyanus asitleşmesi, stratosferde ozon kaybı, tatlı suların aşırı tüketimi, kimyasal kirlenme ve atmosferdeki aerosol yükü olarak değerlendirildi. Belirsizlikleri ve uygarlığın harekete geçmesindeki gecikmeleri de dikkate alan çalışmanın 2015 güncellemesinde insan etkinlikleri yüzünden bunlardan ilk dört tanesinde sınırların aşılmış olduğu öne sürüldü. Bu sistemlerden iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik kaybı tek başlarına da dünyayı insanlık için güvenli sınırların dışına çıkarabilir. Ayrıca, bu sistemlerden birinde sınırların aşılmasının diğerlerinde de sınırların aşılmasına neden olabileceği, sınırların aşılmasının sistemin dayanıklılığını da azalttığı hatırlatıldı. Bu sınırlar aşıldığında doğa ve insanlık için nasıl sonuçları olacağını, uygarlığımızı nasıl etkileyeceğini, nelere hazırlıklı olmamız gerektiğini de tam bilemiyoruz.

Küresel tüketim bu hızlarda büyümeye devam ederse yeni sınırların ortaya çıkacağı, bunlarla baş edebilmek için gitgide daha fazla kaynak ayrılması gerekeceği ve endüstriyel üretimin de nüfusun da, yaşam kalitesinin de düşüşe geçeceği hesaplanıyor. Ani çöküşleri önlemek için büyüme hızının yavaşlatılması öneriliyor ama önümüzdeki on beş-yirmi yılda artan nüfusun gereksinimlerini karşılayabilmek için yüzde elli daha fazla gıda, yüzde kırk beş daha fazla enerji, yüzde otuz daha fazla temiz suya gereksinim olacak. Bunları karşılayabilmek için doğa sistemleriyle denge içinde yeni yöntemler bulamazsak güvenli sınırların daha da ötesine çıkmak kaçınılmaz.

Bütün bu sorunlar ulusal ve uluslararası siyaseti de etkileyecek. Doğal kaynaklar kıtlaşıp yaşanabilir alanlar küçüldükçe ve göçmen hareketleri büyüdükçe uluslar/gruplar arasındaki çatışmaların artması, herkesin kendi kale sınırları içine çekilmesi, güvenlik gerekçesiyle özgürlüklerin sınırlanması muhtemel. Bugünden örneklerini gördüğümüz şekilde devletler çökmeye başlarsa uygarlığın gerilemesi kaçınılmaz. Çevresel ve sosyal sorunlara nasıl yaklaşıldığına bağlı olarak ulusal ve uluslararası düzeyde çok farklı senaryolar ihtimal dâhilinde.

YENİ UYGARLIK VİZYONU

Gelişmiş ülkelerin bugüne kadarki savurgan yaşam tarzıyla 2050’lerde dokuz milyarı bulması beklenen küresel nüfusu, insanlık için güvenli sınırları aşmadan taşıyabilmek mümkün görünmüyor. Birleşmiş Milletler (BM) koordinasyonunda yürütülen çabalarda, yavaş ilerlese de gelişmiş ülkelerden başlayarak sera gazı emisyonlarını azaltma ve biyolojik çeşitliliği koruma yönünde adımlar atılıyor, anlaşmalar imzalanıyor. Teknolojik gelişmelerin de yardımıyla örneğin, emisyon yaratan altyapılarımızı hızla dönüştürüp iklim açısından hedeflere ulaşabilirsek bir küresel başarıdan bahsedebileceğiz, ama iklim sorununu çözmek kolay değil. Emisyonlarımızı derhal ve tümden durdursak bile, sera gazlarının atmosferdeki oranı uzun yıllar yüksek kalmaya ve iklimi etkilemeye devam edecek. Enerji üretimi doğaya en fazla zarar veren insan etkinliklerinden olduğundan, temiz yenilenebilir enerji teknolojilerinin gelişmesi önemli fark yaratabilir. Verim artırmak ve emisyonları azaltmak için yapmamız gerekenler kaynakları dengeli kullanmamıza da yardımcı olabilir. Teknolojinin başarısı teknolojik gelişmeyi doğru yönlendirecek ve doğru kullanacak politikaların devreye girebilmesine bağlı.

Geçtiğimiz yıl yüz seksen ülkeden on beş binin üzerinde bilim insanı hükümetlere ‘küresel çevre çöküşünü’ önlemek için acil harekete geçme çağrısı yaparken, ekonomik büyümeye odaklanmaktan vazgeçmelerini ve nüfus artışını sınırlamalarını önerdi. Makaleye göre iklimin değişmesi, tatlı su ve orman alanlarının azalması gibi nedenlerle gelecekte büyük kitleleri sefalet bekliyor. Küresel ekonominin sürdürülemez olduğu ve yeniden tasarlanması çağrısı yapanlar arasında artık BM, OECD, Dünya Bankası gibi güçlü uluslararası kuruluşların hazırlattığı raporlar da var. Ama güçlü oyuncuların yönlendirdiği ve oldukça karmaşık mekanizmaları olan küresel ekonomiyi dönüştürmek kolay değil.

BM koordinasyonunda yürütülen uluslararası çalışmalarda ortaya çıkan Sürdürülebilir Kalkınma kavramı da fakirlik, endüstrileşme ve çevre arasında bir denge arayışı. ‘Bugünün gereksinimlerini karşılarken gelecek kuşakların gereksinimlerini karşılayabilme kapasitesinden ödün vermeden kalkınma’ olarak tanımlanıyor. Dayanıklı Toplum, Dayanıklı Gezegen 2012 BM raporunda da uygarlığın sürdürülebilir bir yola giremediği vurgulanarak çevresel maliyetlerin ekonomi politikalarda içselleştirilmesi, devlet teşviklerinin sürdürülebilirliği özendirecek şekilde değiştirilmesi, yeni sürdürülebilirlik göstergeleri oluşturulması gibi öneriler yapılıyor. Günümüzde kirlilik akışının ve pek çok doğal kaynağın tüketiminin sürdürülebilirlik sınırlarını aştığı, teknolojik gelişmelerin sağladığı verim artışı gibi kazanımların üstel hızda büyüyen tüketimle çabucak yok edildiği ve sürdürülebilir kalkınma için çok geç kalındığı görüşünde olan Meadows gibi düşünürler, artık toplumların değişime uyum sağlama becerisini ve dayanıklılığını artırmaya odaklanılması görüşünde.

Yeni ekonomik sistem arayışındaki ekonomist Herman Daly, nüfus-materyal akışı-enerji üçlüsünün büyümeden denge içinde tutulacağı bir denge ekonomisi öneriyor. Materyal büyümenin maliyetinin sosyal ve çevresel maliyetleri aştığında artık ekonomik olmaktan çıktığını, ayrıca (otomobil gibi) kendi ürettiğimiz şeylerin su, gıda, alan, vb. için insan yaşamıyla rekabet etmeye başladığını hatırlatarak, yaşamı destekleyip sürdürebilmek için nüfus artışının ölümleri, materyal üretiminin ise var olanların yıpranmasını karşılayacak düzeylerde sınırlanmasını öneriyor. Denge ekonomisi modeli sürdürülebilirlik kavramıyla da epey örtüşüyor.

Günümüzde doğal kaynakları hâlâ sınırsız varsayan, fayda-maliyet analizlerinde doğal kaynaklara ve çevreye verilen zararı dikkate almayan piyasa ekonomisini büyütmek için bireyler sürekli tüketime teşvik ediliyor. Daha çok tüketenin sosyal statüsü yükseliyor. Ama daha çok mal üretilip tüketilen dünyada eşitsizlik de azalacağına artıyor. Öncelikle ekonomik sistem (üretim-tüketimi körükleyen) piyasa ekonomisinin kontrolünden çıkarılmalı. Tüketim kültüründen daha tutumlu ve paylaşımcı bir kültüre geçilirken, yeniden kullanım/geri-dönüşüm, verimi yüksek dayanıklı ürünler öne çıkmalı, fazla tüketen kesimlerden kısılan pay temel gereksinimleri karşılanamamış olanlara kaydırılarak daha adil paylaşılmalı. Yaşam kalitesinin de materyal tüketimiyle ilişkisi sorgulanmalı. Bugünün tüketim ekonomisinde yaşam standardı da tüketim düzeyine göre hesaplanıyor ve bunun artması için çaba gösteriliyor. Oysa bugüne kadar mutlulukla tüketim ilişkisini inceleyen çalışmalarda temel gereksinimler karşılanıncaya kadar daha fazla mal tüketmenin mutluluğu artırdığı ama belli bir sınırdan sonra tersine, fazla tüketmenin insanlarda tatminsizlik ve strese neden olduğu görülmüş. Ayrıca, doğaya duyarlı işyerlerinde çalışanların da yaptıkları işten daha fazla tatmin duyması bekleniyor. Yeterli gıda, eğitim, sağlık hizmeti sağlanan toplumlarda sanat, kültür, doğa ve sosyal ilişkiler zenginleştikçe insanların daha mutlu hissetmesi ve yaşam kalitesinin artması beklenebilir.

Dünya nüfusunun yarıdan fazlası artık şehirlerde yaşıyor. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde bu oranın yüzde yetmişlere çıkması bekleniyor. Topraktan geçimini sağlayamaz hale gelen kırsal nüfusun iş ve aş aramak için göç ettiği büyük şehirler sadece modern olanaklar sağlayan merkezler olarak değil yoksul gecekondu mahalleleriyle de büyüyor. Devleşen şehirler çevrelerinden su ve doğal kaynakları emen tüketim merkezlerine dönüşüyor. Günümüzde sera gazlarının yüzde sekseni de şehirlerden salınıyor. Yeni şehirler, kitle ulaşımına öncelik verip enerji verimini artırarak, içinde ve çevresinde tarım alanları oluşturarak, atık ve atık sularını geri dönüştürerek, organik atıklardan enerji üreterek veya kompost yaparak, yeşillendirerek… verimli, ekolojik, sürdürülebilir yerleşimlere dönüştürülebilirse uygarlığın dönüşmesine de önemli katkı sağlayabilir.

Çalkantılı değişimlerin yaşandığı, afet risklerinin büyüdüğü günümüzde toplumların çevresel, ekonomik, sosyal risklere karşı dayanıklılığını (yani, şokları atlatıp normale çabuk dönebilme becerisini) geliştirmek, hızlı değişimlere uyum sağlayabilme kapasitesini artırmak gerekiyor. Örneğin, günümüzde dünya nüfusunun üçte birinin kıyılara yüz kilometre mesafe içinde yaşadığı hesaplanıyor. Yükselen sulara karşı bentler inşa etmek, depremlere karşı bina standartları oluşturmak, kıtlıklara ve fiyat sıçramalarına karşı tahıl stoklamak, salgınlara karşı yaygın aşılama, değişen iklime dayanıklı tohumlar geliştirmek, toplumu bilgilendirmek âfetlere karşı dayanıklılığı artıran faktörler. Sosyal dayanışma, ortak hedefler, güven duygusu, ailenin çekirdeği olan kadınların durumunun iyileştirilmesinin de toplumların dayanıklılığını artırdığı görülmüş. Ayrıca, hazırlıklı olmanın gerektirdiği maliyetlerin âfetler yaşandıktan sonraki harcamalardan birkaç kat daha az olduğu vurgulanıyor.

DÖNÜŞÜMDE ZORLUKLAR

Değişim karşısında en önemli engellerden biri büyük sermayeye bağımlı hale gelmiş, statükoyu sürdürmeye çalışan, değişimden ürken yapılar. Ülke yönetimleri de uluslararası kuruluşlar da hem baskı gruplarından etkileniyor, hem de büyük değişikliklerin risklerinden çekiniyor. Ülkeler arasında çevre koruma yasaları büyük farklılık gösterdiğinden şirketler ulusal ve uluslararası piyasada rekabet gücünü kaybetmek korkusuyla çevre koruma yasalarına direniyor. Yatırımlar çevre yasalarının zayıf, iş gücünün ucuz olduğu yerlere kayabileceği için yönetimler de var olan yasaları uygulamakta isteksiz davranıyor. Bu yüzden uluslararası standartlar oluşturulması ve bunların sıkı denetlenebilmesi önemli. Diğer sorun kısa dönemli bakış açısı. Birkaç yılda bir yenilenen seçimlere odaklanmış siyasetçiler kısa sürede oylarını artırma, vatandaş da günü kurtarma peşindeyken uzun dönemdeki tehditler öncelik kazanamıyor, acil alınması gereken kararlar sürekli erteleniyor. Toplumların ve insanlığın uzun dönemli çıkarlarını gözetecek bağımsız ulusal ve uluslararası kurumlar bu yüzden şart.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra barışa katkılarıyla, yirminci yüzyılda yoksulluk ve çevre sorunlarıyla mücadele için imzalanmasını sağladıkları anlaşmalarla prestij kazanan BM gibi uluslararası kurumların son dönemlerdeki savaşlar ve göçmen krizlerindeki başarısızlıklar yüzünden güven kaybettiği söylenebilirse de yeni bir uygarlık inşasında küresel kurumlara önemli rol düşüyor. BM’de iklim değişikliği, biyolojik çeşitliliği koruma, sürdürülebilir gelişme, insan hakları, yoksullukla mücadele konularında sürmekte olan programlara sivil örgütler de katkıda bulunuyor.

Ülke politikalarında yasaların yol göstermesi, yeni vergi ve teşviklerle, yeşil muhasebe vb. ile dönüşümü ve sürdürülebilirliği desteklemesi gerekiyor ama bugün hâlâ fosil yakıtlara verilen devlet teşvikleri yılda beş yüz elli milyar doları buluyor. Bunların yeni ve temiz teknolojilerin gelişmesi için kullanılması şüphesiz büyük fark yaratabilir. Ekonominin işleyişini yönlendiren şirketlerin de bu sürecin içine çekilmesinde yasalar kadar yatırımcı, çalışan ve müşteri talepleri etkili olabilir. Sivil toplum ve kamuoyu baskısı sayesinde çok sayıda finans kurumunun artık fosil yakıt projelerini finanse etmekten çekilmesi buna güzel bir örnek. Kâr amacı gütmeyen bazı organizasyonlar örneğin, temiz enerjiye geçme konusunda çalıştıkları gibi, iş dünyasında da değişim yaratmak için uğraşıyor. Temiz ve verimi yüksek teknolojilere geçen, katı çevre ve etik standartları uygulayan ilerici şirketler bugün kaliteli eleman bulabiliyor, yeni fırsatlar yakalayabiliyor. Yeni bir kültür geliştikçe bu şirketler avantaj kazanabilir ve piyasa dinamiklerini de değiştirebilir. Doğru uluslararası politikalar oluşturulabilirse Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, finans kurumları ve bankaların yeni sürdürülebilir ekonomi kurulmasında önemli rolleri olabilir.

Ulusal ve uluslararası politikalar oluşturulmasında, devlet kurumlarının işleyişini gözleyip denetleyecek mekanizmalar arasında, bilim ve meslek kuruluşları gibi sivil toplum örgütleri ve duyarlı vatandaşların katkısı önemli. Çıkar grupları tarafından sahteleri oluşturulsa da sivil toplum örgütleri önemli başarılara imza atıyor. Gönüllüleri mobilize ediyor, araştırmalar yapıp bilgi üretiyor, kampanyalar düzenliyor, topladığı paralarla koruma alanları satın alıyor, ekolojik/etik ürün sertifikaları geliştiriyor, devletlerin ve şirketlerin uygulamalarını izleyip toplumu bilgilendiriyor. Bunlar bireysel tercihlerin değişmesinde ve yeni etik anlayış oluşmasında da önemli rol oynuyor.

AHLÂK VE UMUT

Uygarlığımızın büyük dönüşümünü bir seferberlik hızında başarabilmek, çıkarları çelişen çok farklı kesimleri değişim sürecine çekebilmek bir ütopya gibi görünse de jeolojik zaman açısından çok kısa bir süre içinde büyük uygarlıklar kurmayı başarmış türümüz yepyeni bir uygarlık geliştirebilecek planlama ve organize olma becerisine sahip. Üstelik bugünün teknolojisi karşı karşıya olduğumuz sorunların çoğunu çözmeye yetecek araçlar sağlıyor.

Burada bu kavramlara gündelik kullanımlar çerçevesinde değinirken, günümüzde bir kez daha felsefenin yol göstericiliğine ne kadar gereksinim olduğunu vurgulamak yerinde olur. İnsan sosyal bir canlı ve etik değerler, ahlâk olmadan bir arada yaşaması, uygarlıklar kurması mümkün değil. Modern toplumlar da en başta hak ve hukuk çerçevesinde kuruluyor. Ama bu haklar insan dışındaki canlıları çok sınırlı düzeyde ve genellikle ‘insan yararı’ açısından gözetiyor. Modern toplumda hukuk ilkelerine uygun yaşıyoruz ama bireysel düzeyde yol göstericimiz iyi olanı kötüden, doğru olanı yanlıştan ayırabilme güdüsü olan vicdanımız.

Büyük düşünürlere göndermeler yaparak insanın erdemlerini özetlemeye çalıştığı Büyük Erdemler Risalesi kitabında Sponville, günümüzün tüketim kültürü açısından çok önemli bazı değerlendirmelerde bulunuyor. Ilımlılık olarak adlandırdığı ‘ölçülü olmak’ erdemini azla yetinebilmek, sınırları tanımak olarak açıklarken bunun zevklerimizin kölesi değil efendisi olmamızı sağladığını öne sürüyor. Epikuros’un “Zavallı obur, ne çok yemek ihtiyacı duyar” sözünü hatırlatarak, yemekten esas zevk alanın obur değil ölçülü yiyen gurme olduğunu vurguluyor. Doyurulamaz olanın beden olmadığını, bizi eksikliğe ve tatminsizliğe mahkûm edenin ‘arzuların sınırsızlığı’ olduğunu hatırlatıyor. Belki buradan yeni uygarlık için de anlamlı bir slogan çıkabilir: “Yaşama bir obur gibi saldırma, zevk almak için bir gurme gibi ölçülü ol!”

Gelecek kuşakları, bizim bugün hâlâ tadına varabildiğimiz bu muhteşem doğadan veya kocaman bir biyolojik ailenin parçası olmaktan mahrum bırakmaya hakkımız var mı? Anne ve babaların doğal olarak çocuklarının geleceğini korumak istemesi gibi insanlığın da kendi gelecek kuşaklarını korumak isteyeceğini varsayabilir miyiz? Sponville, ‘geleceğe sadakat’ olarak açıkladığı ve basiret dediği erdemin modern çağın en gerekli kıldığı yetkinlik olduğunu öne sürüyor. Sadece daha fazla tüketmek uğruna gelecek nesilleri nasıl tehlikelere attığımızın, onlara yaşaması ne kadar zor bir dünya bıraktığımızın farkında olmak o basiretli seçimleri yapmamızı, kendimizi sınırlayıp ılımlı yaşamamızı sağlayabilecek mi? Ya bizim dışımızdaki canlıların hakları? Sponville, insan topluluklarının adalet olmadan toplum olamayacağını hatırlatırken adalet ve hakkaniyet kavramlarının aynı şey olmadığını da vurguluyor. ‘Bencilliğimize bir ölçü getiren’ hakkaniyet yetisini sevgi ve merhametle de ilişkilendiriyor. Bizden zayıf olanlara yalnızca merhamet duymamızın bizi onlara adaletle yaklaşmaktan muaf kılmadığını tersine, daha fazla adaletle yaklaşmamız gerektiğini söylüyor ve Montaigne’den bir alıntı yapıyor: “adalet katliamlara ve talana izin veremez.”

Aristoteles, Spinoza, Hume, Kant, Singer, Derrida… gibi önemli düşünürler hayvan hakları ve etik üzerine derin değerlendirmeler yapmış. Bunlar arasında, ‘rasyonel’ sayılmayan diğer bütün canlıların insan yararına kullanılıp sömürülebileceğini düşünen veya diğer canlıları ‘gelecekte insana yararlı kullanımları olabileceği için’ korumayı vurgulayanlar da var, sadece var oldukları için bütün canlıların yaşam sevincine hakkı olduğunu savunan, insana tanınan hakların diğer canlıları kapsayacak şekilde dönüştürülmesini öneren hattâ sadece canlıları değil dağ, nehir gibi cansız kimi varlıkları kutsallık düzeyine çıkaran görüşler, öğretiler de var. Sponville, merhamet yetkinliğine dayanan Buddha ve Montaigne’in bilgeliğinin bilgeliklerin en evrenseli ve gereklisi olduğunu öne sürüyor. Rousseau’ya göre acımanın tüm erdemlerin başta geleni olduğunu, Schopenhauer’e göre merhametin ‘acı çeken herkesle’ evrensel olarak sempati kurduğunu belirtirken, acımanın bizi barbarlıktan ayırdığını, tamamen merhametten yoksun olmanın ‘insanlık dışı’ olduğunu söylüyor ve yeni bir ‘kozmik hümanizmaya’ yer olduğunu öne sürüyor.

Yeryüzündeki bitki ve hayvanlar, tek hücreliden çok hücreliye canlı türleri, milyon hattâ milyarlarca yıldır çevreleriyle ve birbirleriyle etkileşim içinde evrimleşerek, çeşitlenerek günümüze kadar ulaşmış. Bunlar arasındaki karmaşık ilişkiler yüzünden birindeki değişikliğin başkalarını da etkileyebildiği ve insanlığın dikkatsizce attığı bazı adımların ekosistemler kadar kendisi için de felaketlere dönüşebildiğini hatırlatan ekoloji savunucuları, en azından bu yüzden temkinli olmamız konusunda bizi uyarıyor. Yeryüzündeki biyolojik çeşitliliği ve ekosistemleri neden korumak gerektiği üzerine süren tartışmalarda özetle: canlı türlerinin her birinin insanın olduğu gibi bir ‘kendi iç değeri’ olduğu, bütün türlerin ve ekosistemlerin insanın çıkarından bağımsız olarak değerli olduğu için korunmayı hak ettiği, ekosistemlerin insanların da yararlandığı (hava ve su temizleme gibi) önemli servisleri olduğu için korunması gerektiği, doğanın gıda ve ilaç gibi ekonomik ürünler sağladığı, bugün bilinmese bile bazı canlıların gelecekte insanlara önemli yararlar sağlayabileceği argümanları yanında, el değmemiş alanların bir insanlık mirası olarak görülüp gelecek kuşaklar için korunması gerektiği görüşleri de sayılabilir.

Toplumun sınırlarını bütün canlıları kapsayacak şekilde genişletmemiz gerektiğini ilk savunanlardan Leopold, bitki, hayvan, toprak… tüm ekolojiyi kucaklayarak onun bütün üyeleriyle saygı içinde yaşamamızı öneriyor. İnsanın yarattığı kimyasalların doğa üzerindeki zararlı etkisini bilimsellikle ve edebî biçimde ele aldığı Sessiz İlkbahar kitabıyla kitleleri etkileyen biyolog Carson çevre hareketinin öncülerinden sayılıyor. Spinoza’nın fikirlerinden de yararlanarak geliştirdiği (bir felsefi görüş sayılamasa da pek çok politik çevre hareketini etkilemiş olan) derin ekoloji yaklaşımının kurucularından Naess, ‘yaşayan’ kavramına biyologların canlı saymadığı toprak gibi doğa parçalarını da katıyor. Yüzeysel çevreciliğin de insan-merkezli bakış açısını eleştirirken bütün canlılar için eşit hakları savunuyor ve çözümü endüstriyel toplumun ötesinde ekolojik yaşam biçimlerinde de arıyor.

Doğayı tüketirken soyut anlamda kaybettiklerimiz de sadece ahlâki değerlerimiz değil; kendi ‘yaşam sevincimiz’ de eksiliyor. Modern insan doğadan kopuk şekilde, kapalı mekânlar ve ekranlar karşısında, aldığı gıdaların kaynağından bile iyice yabancılaşmış olarak yaşayabiliyorsa da yadsınamaz şekilde doğanın bir parçası. Onun güzelliğinin yarattığı duygular şarkılarımıza, resim ve edebiyata, sanata konu oluyor. Çoğumuz klimalı bir odanın serinliği yerine bir ağaç gölgesinde otururken kendimizi daha mutlu hissediyoruz. Kuş sesi duyulan ortamlarda insanların depresyona daha az meyilli olduğu gösteriliyor. Doğanın parçası olmaktan duyduğumuz o yaşam sevincini belki saksılarda yetiştirdiğimiz çiçeklerde, beslediğimiz ev hayvanlarında arıyoruz. Şehirlerdeki parklar, suni yaratılmış doğa ortamları huzur arayan kalabalıkları kendisine çekiyor.

Bugünkü uygarlığın sürüklenmekte olduğu kara senaryoda insan tabiatına açgözlülük ve hırs hâkim olmuş gibi gözükse de bunu kader olarak kabullenmek insanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliklerden umudu kesmek demek. Oysa kitleleri temel doğrulara; iyi, hakkaniyetli, merhametli olmaya; güzelliğe yönlendirmek çok da zor olmamalı. Nihayetinde ailede, okulda, dini öğretilerde hep işiterek büyüdüğümüz ‘canlılara/yaratılmışa değer verip korumak, tutumlu olmak, hak yememek’ gibi değerlerimiz varken, ne olup bittiğinden iyice yabancılaşmış olmasa başkaları açken gıdayı çöpe atmayı, israfı ve açgözlülüğü, gelecek nesillerden çalmayı, çeşit çeşit canlının yaşadığı orman-çayır-dereleri bozmayı, hayvanlara eziyet etmeyi kim ‘kendi iç huzurunu’ kaybetmeden yapabilir? Bu konularda farkındalık yaratmayı becerebilirsek bir değişim süreci başlatılamaz mı? İnsan toplumlarının yarattığı sosyo-ekonomik düzenin de doğa sistemleri gibi karmaşık sistemler içerdiğini düşünürsek, değişimi büyütebilecek pekiştirici döngüleri ve kritik eşikleri olduğunu varsayabiliriz. Bu eşikleri aşmayı başarıp değişimi bir başlatabilirsek değişimin nerelere varabileceğini kim kestirebilir?

Ama bilincine vardığımız halde kendi gelecek kuşaklarımız için bile adım atmaya hâlâ bugünkü kadar duyarsız, gönülsüz kalırsak ve ‘benden sonra tufan’ anlayışı ağır basmaya devam ederse bu yıkım sürecinin hız kesmesini ummak boş bir hayal. Burada, ünlü bilim adamı Hawking’in kâr amacıyla dikkatsiz davranan insanın günün birinde kendi geliştirdiği teknolojiyle başının belaya girebileceği uyarısını hatırlayalım. İklim değişikliği, nükleer savaş, genetiği değiştirilmiş bir süper virüs ya da akıllı robotların silahlandırılması gibi nedenlerle insan türünün yeryüzünden yok olma riskini değerlendiren Hawking, bir an önce uzayda kolonileşme önerisinde bulunuyor. Günün birinde (nihayetinde güneşin birkaç milyar yıl sonra ömrü bittiğinde) insanı yeryüzünden silecek bir büyük yok oluş elbette mümkün ve buna karşı uzayda yerleşme hayali anlaşılabilir. Ama bu gidişi insana bağlayan Hawking’in bunu sanki kaderimizmiş gibi görmesini eleştiriyoruz. Son tahlilde kimin daha gerçekçi olduğu elbette tartışmaya açık.

İnsan doğasından bu kadar umudu kesip kötümser olursak, iyice aşırıya kaçıp ‘insanın, diğer canlılara jest olarak kendi türünü yok etme olasılığı’ üzerine, yazarlar Kochi ve Ordan’ın bir ‘düşünce egzersizi’ olarak sunduğu felsefi makaleye kulak verebiliriz. Yazarlar, insan-merkezli yıkıcı uygarlığımızın uzayda da taşındığı her yerde karşısına çıkacak (akıl sahibi veya değil) bütün canlıları ve nihayetinde kendisini de tüketme, yani aynı düzeni uzaya taşıma olasılığını hatırlatıyor. İnsanoğlunun yıkıcı geçmişine en uygun ahlâki karşılığın ‘biyolojik üstünlük’ iddiasından vazgeçip diğer canlılara sonsuz bir hediye olarak kendi canlı türünü sonlandırması olabileceği değerlendirmesini yapıyor. Çok haksızlar denebilir mi?

KAYNAKÇA

Barlas, Nükhet. Dünya Gemisi. PAN Yayıncılık, 2017.

Beşinci Değerlendirme Raporu (IPCC Fifth Assessment Report). BM Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli Raporu, 2014.

Callicott, J. B. Ekoloji: Etik Açısından (Ecology: An Ethical Perspective).  2012. Nature Education Knowledge 3(10):16

Carson, Rachel. Sessiz Bahar, Palme Yayıncılık, 2011. (Silent Spring 1962- Al Gore önsözüyle yeniden basımı.)

Comte-Sponville, André. Büyük Erdemler Risalesi. İletişim Yayınları, 2015.

Bin Yılın Ekosistem Değerlendirmesi. Ekosistemler ve İnsan Refahı: Sentez raporu (Millenium Ecosystem Assessment. Ecosystems and Human Well-being: Synthesis Report), Dünya Kaynaklar Enstitüsü (WRI), 2005.

Büyümenin Sınırları: 30. Yıl Güncellemesi (The Limits to Growth: The 30-year Update). Meadows DH, DL Meadows, J Randers. Chelsea Green Publishing Company, 2004.

Çevre Görünümü 2050: Eylemsizliğin Sonuçları (Environment Outlook 2050: Consequences of Inaction). OECD. 2012.

Dayanıklı Toplum, Dayanıklı Gezegen: Seçilmeye Değer Bir Gelecek (Resilient Planet Resilient People: A future worth choosing). Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği Küresel Sürdürülebilirlik Yüksek Paneli Raporu. 2012.

Derin Ekoloji: Doğa Önemliymiş Gibi Yaşamak (Deep Ecology: Living As If Nature Mattered), Devall and Sessions on Defending the Earth. Timothy W. Luke. Sage Publications, Organization & Environment. Vol. 15 No. 2, June 2002, s. 178-186

Doğu Batı dergisi, “Faunaya Ağıt: Hayvan”. Sayı: 82, Ağustos-Eylül-Ekim 2017.

Dünyanın Enerji Geleceği Raporu (World Energy Outlook). Uluslararası Enerji Ajansı (IEA). 2016.

Dünya Tarım Görünümü Raporu (World Agriculture Outlook). 2015-2024. Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 2015.

Ekolojik Ekonomi: Prensipler ve Uygulamalar (Ecological Economics: Principles and Applications ). Herman Daly, Joshua Farley. Island Press, 2011.

Herman, Daly. Büyümenin Ötesi: Sürdürülebilir Kalkınma Ekonomisi (Beyond Growth: the Economics of Sustainable Development). Beacon Press, 1996.

İnsanlığın Toplu İntiharı İçin Bir Tartışma (An Argument for the Global Suicide of Humanity). Tarik Kochi & Noam Ordan. Borderlands e-journal. Vol. 7. No. 3. 2008.

Koruma Biyolojisi: Etik Temelleri (Conservation Biology: Ethical Foundations). Sahotra Sarkar & Frank M. David. 2012. Nature Education Knowledge 3(10):3

Küresel Çevre Görünümü Raporu (Global Environment Outlook). BM Çevre Programı. 2016.

Leopold, Aldo, Kum Yöresi Yıllığı (A Sand County Almanac), Oxford University Press, 1949.

Sürdürülebilir Kalkınma Anlayışının Ekonomik Boyutuna Ekolojik Bir Yaklaşım. Selim Kılıç. İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi. No:47. Ekim 2012, s. 201-226.

Sürdürülebilirlik: Etik Temelleri (Sustainability: Ethical Foundations). Thompson, P. B. 2012. Nature Education Knowledge 3(10):11

Uluslararası Enerji Geleceği (International Energy Outlook). ABD Enerji Bilgi ve İstatistik İdaresi (US-EIA). 2016.

Yaşayan Gezegen Raporu. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF). 2016.